İstanbul dışında bir ilde, 94 yaşında bir pir-i faniyi ziyarete gittim.
Torunlarından 7 yaşlarında birine sordum, “İçerde” dedi ve içeriye götürdü.
Koltuğa uzanmış, gözlerini kapatmış halde gördüm.
Selam verdim, gözlerini açtı, selamımı alırken kalkmaya başladı.
Oturur hale geldi, koltuğun dibinde sehpa, sehpanın üzerinde Mushaf, açık duruyor.
Önce Mushaf’ı kapattı, ayağa kalktı ve kucakladıktan sonra ben ellerini öptüm.
“İçeri mi, dışarı mı” dedi, ben de onun dışarıyı sevdiğini bildiğimden “dışarı” dedim.
Marangoz olduğundan, balkonunu gönlüne göre güzel ve mutluluk dağıtma yeri yapmış.
Almanya’ya işçi olarak gitmeden önce geçimini marangozlukla sağlarmış.
Köyün bütün evlerinin kapısı, penceresi, buğday sandığı, un sandığı onun elinden geçmiş.
Köyün camisinin işlerini ve parası olmayan ama kerestesi olan fakirlerin işlerini de parasız yapmış.
1965 yılında Avrupa’ya işçi olarak gitmiş.
Oturma iznini aldıktan sonra kimyasal maddeyle uğraşan işyerlerinde çalışmamaya dikkat etmiş.
Ücreti az olan ama zehirsiz fabrikaları tercih etmiş.
Bulunduğu şehirde Müslümanların Türklüğüne, Araplığına bakmadan, yaptırdıkları camilerin mihrab, minber, kürsi ve diğer ahşap işlerini yapabileceğini ancak şu şu aletleri alırsanız ben haftanın tatil günlerinde, her gün mesaiden sonra çalışarak yaparım, ücret almam ve kime yaptıracaksanız onun istediği ücretin yarısına mal ederim” deyip Avrupa’da dört tane caminin ahşap işlerini tamamlamış.
Beni evimden alıp yine eve getirme tekliflerini kabul etmedim.
Sevabımı azaltmamaya çalıştım, bir de almak için gelenlerin zamana dikkat edemeyeceklerini bildiğimden onlara da geciktiklerinde kızmamak için, “Ben kendim gelir ve kendim dönerim” dedim.
Hiçbir zaman grup ayrımı yapmamış.
Tanıdığı tanımadığı kim olursa olsun “cami yapacağız” demişse hemen “tamam” demiş ve yapmış.
Onlara yeniden aletleri aldırmamış ve ilk yaptığı camideki malzemeleri alıp getirmelerini sağlamış.
En önemli isteklerinden biri ve birincisi, içine kimyasalın girdiği sunta, suntalam, kontrplak MDF… gibi malzemelerle çalışmayacağını,
Özbeöz çam, ardıç, laden, katran, kayın, ceviz… gibi ağaçlarla çalışacağını,
Söylediğini kabul edenlerin grubuna bakmadan işlerini yaptığını
Ve aldığı havanın tabii olmasına dikkat ettiğini söyledi.
Köyünde yalnız çam ve ardıç ağacı olduğundan, on beş yıl çam ağacı kokusuyla kıt-kanaat geçinirken de…
Temiz havaya ve fazla kendini yormamaya,
Kafaya bir şey takmamaya dikkat ettiğini söyledi.
Köyde iken işimle zamanım geçerdi.
Beş vakit namazımı camide kılardım.
İnsanların yüzünü camide gördürdüm ve bir de evimin bir odasını marangozhane yaptığım yere gelenlerle görüşürdüm.
Bu marangozluk mesleği, Avrupa’da bana yine hep Müslüman yüzü gösterdi.
Dört camide atölyemi caminin tam kubbesinin altında ve en ışıklı yerde kurardım.
Çalışma aletlerim ve benim yönüm, kıbleye doğru çalışırdım.
Kıbleye dönük çalışırken mihrap, minber ve kürsi yerlerini de görerek çalışırdım.
İşimi bitirinceye kadar gelip gidenlerin hepsi Müslüman olduğundan içim hep huzurlu olurdu.
Mesai saatlerinde çoğunlukla Hıristiyan yüzü görmekten bıkar akşam olsa da Müslüman yüzü görsem ve kasavetimi kaldırsam hasretini çekerdim.
“Şimdi çocuklarım ve torunlarım benim hayat suyum, huzur kaynağım” diyor.
Şehirde haftada bir gün semt pazarı onun evinin önünde kurulmaya başlayınca, o da haftada bir günlüğüne açık olan tuvalet yapar ve o gün semt pazarı esnafının oraya yakın olanları ihtiyaçlarını oradan karşılarlar.
“Ücreti, temiz bırakmak”tır.
Avrupa’dan emekli parasıyla, birkaç aileye de yardıma devam ediyormuş.
“Bu namazla, Kur’an okumak olmasa ne olurdu bizim halimiz” diyor.
“Vücudumda ağrı, sızı hiçbir şey yok. Ancak ihtiyarlığın sebep olduğu dermansızlık var.
Kendi ihtiyaçlarımı kendim karşılıyorum.
Dışarı çıkıp gezemiyorum.
Sabah namazından sonra yatıyorum.
Kuşluk namazımı kılıyorum.
Ardından Kur’an okuyorum.
Öğle namazımı kılıyorum, ardından Kur’an okuyorum.
Her namazın ardından Kur’an okuyorum.
Dünyam, namaz kılmak, Kur’an okumak, torunların cıvıltısını dinlemek, gelen dostlarla sohbet etmek.
Ya bunlar olmasaydı ben ne yapardım?..